Yanılmıyorsam 2006 yılı idi. İş sağlığı ve güvenliği kurul toplantısına davet edildim. Kurulla bir alakam olmamasına karşın davet diliş sebebini bilmediğimden şaşırdım açıkçası. Üst düzey yöneticiler, birim yöneticileri ve ISG’nin iş yeri temsilcilerinden oluşan bir kurul. Toplantıya ilk benimle başladılar ve merakımı da çabuk giderdiler. Kurul başkanı “iş yerlerinde çalışan engellilere kurul olarak ne gibi bir iyileştirme yapmaları gerektiğinin, bunun içinde engelliler biraz tanımak istediklerini” söyledi. Etrafı süzüp biraz yutkunduktan sonra onlara şöyle bir soru yönelttim;
“Engelliyi anlayabilmeniz için sizlerden bir ricam olacak! Her biriniz yarın sabah işinize gelirken ayakkabınızın içine mercimek tanesi kadar bir taş koyup, o taştan rahatsız olmadan akşama kadar işinizi yapmaya çalışın. İsterseniz bir sonraki toplantıya düşüncelerinizi ve algılarınızı paylaşmak üzere tekrar geleyim” dedim. Eğer sizler o taşla akşama kadar çalışabilirseniz engelliyi anlayabilirsiniz, yoksa anlamanız mümkün değil. Zira sizin ayakkabınızdaki taşı çıkarıp attığınız gibi bizim engelimizi çıkarıp atmamız mümkün değil. Herhangi bir cevap alamadım. Zaten bir daha da toplantıya çağırılmadım.
Yaklaşık üç aydır işaret dili ve tiyatro çalışma gruplarıyla birlikte bir çalışma yürütüyoruz. İşitme engelli biri olarak böyle bir çalışmanın Gebze’de olması beni ziyadesiyle mutlu etti. İlk iş olarak işaret dili eğitimlerine başlamak oldu. Arkasından da tiyatro. İşaret dili kursiyerlerinin ve hocaların hepsinin sağlam kişiler olması işitme engellileri anlayan birilerinin olduğu da beni mutlu eden bir faktördü. İlerleyen süreçte şunu gördüm ki engelli bir insanla sağlıklı olup engelliyi anlamaya çalışan insan arasında bir hayli fark var. Ne kadar engellileri anlamak için işaret dili bilseler de bu süreçte en çok ben onları anlamaya çalıştım. İçlerinde öyle arkadaşlar var ki birbirlerini anlamıyorlar, birbirlerini anlamak için konuşmuyorlar. Enaniyet, egoizm, bencillik, kapris ne ararsanız var. İşitme engelli biri olarak insanları anlamadığımı veya tam duyamadığımdan insanları hep yanlış anladığımı düşünürdüm. Buradaki manzarayı görünce kendime de bir güven geldi. Aslında bir bakıma benim için iyi de bir tecrübe oldu. Kızmıyorum, darılmıyorum bu arkadaşlara. Çünkü anlamak ve anlayış çok farklı bir olgu benim dünyamda. Onlar sağlıklı insanlar olduğu için beklentiler en üst düzeyde. Oysa ben kaderimin yazdığı çizgide hareket etmekten oldukça mutluyum.
Sonuç itibariyle 3 Aralık’ta oynamamız gereken bir oyun var. Ben bu oyunu gerçekten çok önemsiyorum. Bu oyunu içeriden ve dışarıdan engellemeye çalışan veya umursamaz tavırlar takınan onca kişiye rağmen belki Gebze de değil Türkiye’de bir ilk olacak, işitme engellilerin dünyasını anlatacak bu oyunla engelliyi anlayacak birileri çıkar umuduyla bu oyunun oynanmasını hep istedim. Ayakkabısında mercimek tanesi kadar taşa tahammül edemeyenlerle yollarımızı ayırdık. Yüreğinde dağ gibi yükü taşımaya gönüllü birkaç arkadaşımla bu işi sonuçlandıracağız. Ellerimizle haykıracağız engellinin sesini. Yüreğinde engellilere yer ayırabilen yüke talip sorumlu kişileri bulana kadar yolumuza devam edeceğiz. Ayakkabılarında taşa tahammül edemeyenler varsın çıkarıp atsınlar o taşları. Yüce dağları mangal yüreklerinde eritecek insanlarımız çıkacaktır elbet. Ve biz onları armaya devam edeceğiz.
Haydi kalın sağlıcakla.
Selam ve dua ile….